Yerbilimciler Etik Yükümlülüklerini Ne Zaman Tartışacaklar?

Bilimsel kuramların, araştırma sonuçlarının bilim topluluğu içinde dolaşımının dış etkilerden bağımsız olması genellikle kabul edilen bir görüştür. Bu sav bilimin ancak özgür bir ortamda gelişebileceği düşüncesiyle temellendirilmektedir. Ancak bilimsel araştırmalarda ve araştırma sonuçlarının iletişiminde tam özgürlükten vazgeçilemeyeceği kabul edilse bile, aynı yaklaşımın araştırma sonuçlarının doğrudan halka iletilmesinde de geçerli olması gerektiği sorgulanmaksızın kabul edilebilecek bir görüş gibi görünmüyor.

Genel olarak bilimsel araştırma sonuçlarının, özellik de kesinlikten uzak öngörüler içerenlerinin halka iletilmesinin kimi sorunlara yol açabileceği endişesi yersiz değildir. Ülkemizde yaşanan deprem felaketleri sırasında bilimcilerin doğrudan halka seslendiklerinde ortaya çıkan kimi olumsuzluklar bu endişeyi haklı kılıyor. Afetlerden etkilenen halkın yeterli bilimsel bilgi altyapısına sahip olmadığı düşünüldüğünde, doğrudan kendisine yönelen bilimsel söylemi doğru değerlendiremeyeceği ve içinde bulunduğu güç durumda çeşitli etkilere açık duruma düşeceği kaygısı önemsenmelidir.

Yaşadığımız afetlerin sonrasında yerbilimciler kendilerini daha önce alışık olmadıkları bir iletişim ve tartışma ortamının içinde buldular ve iletişim araçlarını kullanırken kimi zaman kendi bilimsel topluluklarında tartışmalı sayılan bazı savları halka aktarmakta aceleci davrandılar. Bilimciler kamuoyuna seslenirlerken, kendi bilimsel topluluklarının onaylayacağını düşündüklerinden farklı şeylerden söz etmeyi genellikle göze alamazlar. Bu elbette ki bilimcilerin topluluklarının düşünmeyen sözcüleri oldukları anlamına gelmiyor. Biz yalnızca bilimcilerin tartışmalı konuları kamuoyu önünde savunmalarının pek alışık olmadığımız bir şey olduğunu vurgulamak istiyoruz.

Oysa kimi zaman bilimcilerin kamuoyuyla iletişimi bu olağan yoldan sapabiliyor. Bu olağan dışı duruma bir örnek olarak geçen yıl yaşadığımız deprem felaketleri sırasında karşılaştığımız durum gösterilebilecektir. Yerbilimcilerin çoğu, ağız birliğiyle, Marmara Bölgesi’nde bulunan fay hattının önümüzdeki yıllarda, geçen yıl yaşadığımız depremlere yakın büyüklerdeki depremlere yol açarak kırılacağını söylediler.  Bilimsel toplulukta tartışmasız olan bu öndeyiyi kamuoyuna aktaran bilimciler toplumsal sorumluluklarını yerine getirmektedirler. Ancak beklenen depremin olası yeri, zamanı ve büyüklüğü üzerine tartışmalı savların bilimsel toplulukların sınırlarının dışında, kamu iletişim araçlarında dile getirilmesinde, kanımızca bilimci sorumluluğu ve buna bağlı olarak bilim etiği açısından sorunlu bir durum vardır.

Herhangi bir etkinlikte bulunurken topluma, kişilere zarar vermenin kabul edilemezliği ilkesini, ‘zarar’ kavramının kendi içinde bir ölçüt sorunu barındırdığını aklımızda tutarak, genel bir etik ilke olarak kabul edebiliriz. Bilimin toplumdaki ayrıcalıklı yeri ne olursa olsun, bilimsel etkinliğin hiçbir zaman zarar vermeyeceği elbette söylenemez. Bilimsel etkinliğin kendi başına bütünüyle masum olduğu, etik sorunların ancak bilimsel sonuçların belli amaçlar için kullanılmaya çalışıldığında devreye gireceği kuşkulu bir savdır. Örneğin IQ testlerinin, genetik çözümlemelerin insanlığa önemli zararlar verebileceği sıklıkla dile getiriliyor. Gündemdeki İnsan Genomu Projesi’ne karşı alınan tutumda da ‘zarar’ ilkesinin hemen öne çıkarılacağını görüyoruz. Burada araştırma sonuçlarının genel kullanıma sunulmasının, dahası projenin yürütülmesinin ‘zararları’ tartışmaların odağında yer alıyor. Elbette deprem araştırmalarında benzer sakıncalardan söz edemeyiz, tersine bu araştırmalar doğal tehditlere karşı karşı, olası zararları önlemek amacıyla yapılmaktadırlar.

Bilimsel topluluğun üzerinde görüş birliğine vardığı deprem araştırma sonuçlarının kamuya iletilmesi halkın, yöneticilerin, siyasetçilerin duyarlılığını arttırması bakımından hiç kuşkusuz yararlı görünüyor. Ancak bu iletişimin medya yoluyla olması belli bir özeni gerektirmektedir. Bilimsel görüşler ve araştırma sonuçları medyada ele alınırken etkin olan düşünme biçimi ile bu görüş ve sonuçlar bilim topluluğuna sunulurken egemen olan düşünme biçiminin aynı olduğu söylenemez. Günümüzde medya, popüler kültürün yaratıldığı ve yansıtıldığı en önemli araçtır. Bu ortamdan beslenen edilgen düşünsel yapı her tür konuyu aceleyle tüketerek bir sonrakine geçmeye alıştırılmıştır. Medya bilgiye de aynı iştahla yaklaşıyor gibi görünüyor. Türkiye medyasında her konunun art arda yinelenerek, özel dramatik etkilerle sunulmasına hepimiz tanığız. Medyanın izleyicinin tartışma gündemindeki konulara ilgisini ne kadar derinleştirme kaygısı taşıdığı ve bu ilgiyi ne kadar canlı tutabildiği kuşkuludur. Genel olarak sıradan insana seslenen medyada konular yüzeysel çarpıcılıklarıyla sunulmaktadır. Medyanın bilimsel sonuçlara, kuramlara ve savlara da aynı biçimde yaklaşmasını hiç kuşkusuz olumsuz bir durum olarak görmeliyiz. Bilimsel topluluklara özgü iletişim ortamlarında yüzeyin çok altındaki kuramsal ve deneysel bilgi her zaman varsayılmaktaydı ve savlar hep bu zemin üzerinde tartışılmaktadır. Doğrusu bu özel altyapının medyada taşınması çok güç gibi görünüyor.

***

1999 depremlerinin ardından birbirleriyle uyuşmayan bilimsel öngörüler alışılmadık biçimde kamuoyu önünde tartışılırken halk adeta bu savlar arasında bir seçim yapmaya davet ediliyordu. Halkı tartışmalı bilimsel konularda, sözünü ettiğimiz iletişim ortamında hakem konumuna getirmenin etik açıdan sorunsuz olduğu savunulamayacaktır. İstanbul ve çevresi gibi Türkiye’nin birçok bölgesi çok ciddi bir deprem tehdidi altındadır ve sırayla belli önlemlerin alınması için ciddi bir planlama ve eylem gerekmektedir. Bu, hemen hemen tüm yerbilimcilerin tartışmasız kabul ettiği bir öngörü.  Böyle bir amaç için deprem tehdidinin vurgulanmasını kimse yadırgayamaz. Oysa bu yalın öndeyinin ötesine geçen ayrıntılı tahminlerin doğrudan kamusal iletişim ortamlarında sürdürülmesinin böyle bir amacın gerçekleşmesinde, fazladan bir katkıda bulunduğunu savunmak güçtür. Üstelik bu tartışmaların kamuoyunun gündemini kısa ve orta vadede çözüm bekleyen sorunlardan adeta bir tahmin ‘propagandasına’ doğru kaydırmakla, ivedi sorunları da ‘taraf tutmaya davet’ alışkanlığıyla sıradanlaştırmakla zarara yol açtıkları bile söylenebilecektir. Kuşkusuz medyanın da kendi etik sorunlarını tartışması gerekmektedir ancak biz bilimcilerin bilinen koşullarda kendi sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirdikleriyle ilgileniyoruz.

Bilim topluluğu da, tek tek bilimciler de kamuoyunun parçası olduklarına göre bilimcilerin sözünü ettiğimiz iletişim baskısından etkilendikleri söylenebilir. Ancak medyanın sunduğu öne çıkma olanaklarının çekiciliğine kapılmak bilimci sorumluluğuyla ne kadar bağdaşabilir? Kamuoyunun birincil sorunu olduğu düşünülemeyecek tahminler konusunda diretmenin bilimcilerin asıl görevleri olan kamuoyunu uzlaşılmış bilimsel görüşler konusunda aydınlatma görevini yerine getirmek için uygun bir yol olduğu çok kuşkuludur. Elbette bütün kuramsal, deneysel konular gibi tahminler de bilim topluluğunda açıkça tartışılmalıdır. Ancak, bir bilim dergisinde kuramsal altyapısı belirtilmeksizin yayımlanamayacak bir tahminin bağlamından koparılarak medya yoluyla halka aktarılması sorunsuz sayılabilir mi?

Genel geçer bilim anlayışına göre öndeyide kesinlik önemlidir. Kesinlik bilimin her zaman birinci kaygısı olmayabilir, ancak bilimin ve teknolojinin belirlediği bir dünyada yaşayan insan bilimsel savlarla kesinlik, tek anlamlılık aramakta, özellikle de doğal tehditler karşısındayken, çok haklıdır. Ulaşılamayacak olanı ulaşılabilirmiş gibi sunmanın zarar vermekten kaçınma yükümlülüğüyle çeliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bilimcilerin kamuoyuna seslenirken –belki de bilimsel topluluklardaki iletişimden farklı olarak- tartışmalı savları öne sürmekten kaçınmalarını beklemek herkesin hakkı olsa gerek.

Bilimcilerin ‘gerçek’ üzerinde bir uzlaşmaya varmaları bilimde her zaman görülen bir şey değildir, ancak zihinlerde egemen olan bilim kavramını düşünecek olursak halkın böyle bir uzlaşma beklentisi içinde olmasını yadırgamamak gerek.

Anımsayalım ki medyada yaşanan tahmin karmaşası sırasında katı bir tutum takınılmış, merkezi bir otoritenin devreye sokularak tahminlerde tek sesliliğin sağlanması gerektiği yolundaki görüşler dahi savunulmuştu. Bir Ulusal Deprem Konseyi kurulması önerisi böyle bir tek seslilik beklentisinin egemen olduğu bir ortamda tartışılmıştı. Deprem Konseyi’nin böyle bir sansürcü yaklaşımla çalışacağını sanmıyoruz. Ancak, geçmişteki tartışmalara baktığımızda, bilimcilerin kamuoyuna seslenirken kendilerine tanıdıkları özgürlüğün, neredeyse bilimsel ifade özgürlüğünün kullanılmasının engellenmesi yolundaki girişimlere bile gerekçe yaratabilecek olması üzücü değil midir?

Bu metnin bütün hakları Ayhan Sol (ODTÜ Felsefe) ve Şeref Halil Turan‘a (ODTÜ Felsefe) aittir. Böyle bir yazının varlığından haberdar eden Hüseyin Uytun’a teşekkürler..

Kaynakça
Sol, A. ve Turan, H., “Yer Bilimciler Etik Yükümlülüklerini Ne Zaman Tartışacaklar?”, Cumhuriyet Bilim Teknik 700, 27-28 (2000).